ETKİ

 




 Bir süredir insan üzerindeki en etkili hissin veya duygunun ne olabileceği hakkında kafa yorarken buluyorum kendimi. 


İnsan şöyle bir düşününce çok güçlü bir duygu olması gerektiği nihayetine varıyor. Uğruna savaşlar çıksın, saltanatlar yıkılsın, romanlar yazılsın, şiirler okunurken gözler yaşlarla dolup taşsın.. 


Bu duygunun ünüyle insanlık tarihine kazınan isimler bekliyor. Duvarlardaki güçlü portrelerin gözlerinde görmek istiyor belki de o duyguyu. 


İlk akla geliveren de aşk oluyor nedense. Biraz düşününce intikam, korku, inanç, hırs yada ihtiras... 


Belki de bu kadar trajediye gerek yoktur.


Sonra diyorum sevgi olabilir mi? Ne de olsa bir şeyi iyisiyle kötüsüyle, şartsız ve beklentisiz kabul etme, benimseme sanatıdır sevgi. Bu kadar anaç bir duygu en güçlüsü olamaz mı diyorum. Sonrasında aradığımın yeri geldiğinde vazgeçebilmeyi de göze alan bir duygu olmadığı kanaatine varıyorum. Yine rotamı değiştiriyorum. 


Öyle bir duygu düşünün ki olumlu hali de olumsuz hali de büsbütün enkazlar bırakabilsin ardında. Üstelik insan hayatında gelip geçici bir duygu yansıması yada ruh hali olmasın. Son nefesimize kadar terk etmesin bizi. 


Varlığı ayrı yokluğu ayrı sınasın.


İçimizde kısık ateşte kaynayan bir tencere misali habire fokurdamaya devam etsin. 


O an geldiğim ve kalmaya karar verdiğim son durak benim için de şaşırtıcı oluyor.


'Umut'


Kalbin en derinlerinden fısıldayan, her defasında ağına düşürmeyi başaran yegane hissiyat.


İkinci bir deri gibi bizi kuşatan, habire ihtimaller sunan, asla susturamadığımız iç sesimiz gibi bizi esas isteğimize doğru her fırsatta yönlendirmek için bahaneler veren o güç.


Az önce sıraladığımız tüm bu duyguların fikir babası olduğuna karar veriyorum.


Devamlı ittirici güç, harekete geçirmek isteyen, hadi hadi diyen. Özellikle en zayıf anımızı kollayan ve orada beliren. Kulağımıza usulca yaklaşıp zehrini salıveren.


Hem zehir hem panzehir...

Hem iyi hem kötü...


Fonetik olarak güzel çağrışımlar bulundurduğundan mıdır bilinmez yada nefes alıp vermenin devamlılığının sağlanmasında ana şartlardan biri olduğundan mıdır nedir hiç kötü biri gibi düşünmeyiz umudu.


Aslında tehlikelidir bir bakıma sırpatlaştırır bizi.


Dayak yiye yiye son canımıza kadar ayağa kalkıp dövüşmeye devam etmemizi ister. 


Kiminle mi? Kendimizle. 


Milyonda bir ihtimalin bile peşine düşürür bizi.


Durdan anlamaz yoktan anlamaz… En ufak bir durumda kalbimizi yeşillendiriverir, çiçeklendiriverir.


Biz kendimizi gül bahçesinde zannederken ayaklarımızın altına batan dikenlerin acısını çok sonradan hissederiz.


Ben demiyorum ki her zaman olumsuz bir duygudur. Bilakis çocukluk hayallerimizi gerçekleştirmek umuduyla çıktığımız yolda dünyanın en mutlu insanı olabiliriz. Ya da bir umut değil midir aşık olmak, aile kurmak, dünyaya yeni bir can getirmek? En berbat sınavlarımızın sonucuna nefesimizi tutarak bakarken bile bir umut geçmeyi beklemez miyiz? Semavi dinlerin de amacı cennete gitmek umudu üzerine değil midir?


Hem zaten direkt iyi yada kötü olduğunda yani seçilebilir olduğunda çok da tehlikede sayılmayız ama bir de yüzüne taktığı iyilik maskesi vardır ki etkisi tam olarak oradadır. Bizi kör kuyulara sürüklediğinden habersiz isteyerek gideriz peşinden. 


Varlığına öyle bir alışırız, öyle bir avucunun içine alır ki bizi terk etmesin diye her bir zerresine tutunmaya çalışırız. 


Bizim için artık yokluğu elektriklerin kesilmesi gibidir. Kimse ışıksız kalmak istemez.


 Yokluğunda yani insanın içine umutsuzluk çöktüğünde ruhumuz bunalmaya başlar. Ruh bedene sığmadığında ise kabımıza dar geliriz. Yerimizde duramaz, evlere sığamayız. Gökkubbenin altı daralır daralır göğüs kafesimize çekecek hava yetersiz kalır derin derin nefesler alır veririz. 


Rastgele bir aynaya denk geldiğimizde gözlerimizdeki ferin yavaş yavaş söndüğünü görürüz. Bu ruhun hastalığının bedene sirayet etmesidir. Umutsuzluk bizi ele geçirmiştir bile.


Etraftan önceki umut dolu, yaşamayı seven, neşeli halimizi bilenler sorarlar:

‘Hayırdır üzerine ölü toprağı mı serpildi bu ne hal?’


Umutsuzluğun yakın anlamlısı ölümdür çünkü. 


Ölüm artık umutların tamamen yitirildiği tek yerdir. Giden artık bir daha asla geri gelmez, ne kadar ağıt yakarsak yakalım son bir kez sarılamayız sevdiğimize. Milyonda bir ihtimaller bile artık sessizliğe bürünür. Kalpler kararır, ışıklar kapanır. 

Sıfır noktasıdır. 


İşte umutsuzluk budur. Ölmektir, ölümdür. 


Bir kelime düşünün ki hayat ve ölüm arasında o incecik bağa asılı. 


Tahterevallinin iki ucu. Olumlusu havalara uçururken, olumsuzu yerle bir eden.


İşte çarpıcılığı da radikalliğinden gelir. Başlangıcımız da olabilir sonumuz da. Fakat asla içimizden çıkmaz. 


Ölümden sonrasının güzel olması umuduyla son nefesimizle birlikte onu da üfleriz.


Tüm bu düşünce balonlarımın iplerini bir araya toplayınca zihnimde şöyle bir sonuca varıyorum: Bir insana zarar vermenin en keskin yolu ona boş umutlar vadetmektir. Hele bir de kalbine güçlü duygulardan birinin tohumlarını ekmişseniz…


Siz bu yazıyı okurken ben gidip odamın penceresini açayım.



                                                                                                               B.




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

GARD

ASYA

SOKAK LAMBASI